ABD’nin Darbelerle İmtihanı

Bu yazıda ABD’nin dış politika tarihinde darbeler ve dış müdahalelerin rolü değerlendirilmektedir. Amerika’nın küresel bir oyuncu olmaya başladığı 2. Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da stratejik hedefleri ve kurduğu düzenin devamı için dış müdahale, askeri yönetimlerle çalışma ve darbeye destek gibi yöntemlere başvurduğu bilinmektedir. Dünyada demokrasi ve insan haklarının gelişmesi için çalıştığını iddia eden Amerikan dış politika yapıcılarının bu değerleri en iyi ihtimalle ikinci plana attıkları görülmektedir. Bu değerlendirmemiz Amerikan dış politikası yapımında demokrasinin önemsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır zira Washington dünya çapında kurumsal demokrasi inşasına ciddi kaynaklar ayırmaktadır. Ancak ulusal güvenlik ve dış politika çıkarlarıyla çelişki teşkil ettiği noktada bu değerlerin ikinci plana atıldığı görülmektedir. Bu sebeple ABD’nin darbelerle imtihanında geçer not almadığını ve aksine darbe ve askeri yönetimlere destek gibi araçları ulusal çıkarlarını korumak için kullandığını belirtmemiz gerekir. 

ABD’nin başka ülkelerdeki siyasi süreçlere etkisi ve doğrudan müdahalesinin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Ülkenin uluslararası sistemin belirleyici gücü olarak ortaya çıktığı 2. Dünya Savaşı öncesinde hem kuruluş hem de genişleme aşamasındaki diğer devletlere müdahaleleri bilinmektedir. ABD kıta Amerikası’ndaki bütünlüğünü de uzun bir zaman zarfında savaş, işgal, darbe ve iç savaş süreçleri sonrasında sağlayabilmiştir. Bazı eyaletlerini de kendine katarken dış müdahale ve savaş gibi yöntemlere başvuran ABD örneğin Meksika’yla savaşı sonrasında California eyaletini kendine dahil etmiştir. Birliğini sağladıktan sonra da Latin Amerika’daki birçok devletin ya iç işlerine karışarak ya da doğrudan darbe girişimlerini destekleyerek Amerika kıtasının siyasetinde en belirleyici güç olarak öne çıkmıştır. 

ABD’nin her ne kadar yayılmacı bir siyaset izlediğini söyleyenler olsa da ülkenin Atlantik’ten Pasifik’e bütünlüğünü sağladıktan sonra daha fazla büyümek istediğini söylemek pek de mümkün değildir. Kurucu babalarının iki okyanus ve iki nispeten zayıf komşu arasında ‘Avrupa’nın siyasetinden uzak kalma’ politikasını benimsemelerinin Amerika’nın büyük stratejisinin izolasyonist bir çizgide gelişmesine neden olduğunu hatırlamak gerekir. ‘Eski Dünya’ olarak tanımladıkları Avrupa’nın ulus devletlerinin düştüğü tuzaklara düşmek istemeyen kurucu babalar ülkeyi kurumsal olarak da Avrupa siyasetinden ve kurumlarından farklı kılmak üzere çaba göstermişlerdir. Bu yüzdendir ki her iki dünya savaşında da Amerikan halkı savaşa girmekte son derece isteksiz olmuştur. 

ABD’nin 1. Dünya Savaşı’nın dışında kalması ve ekonomisinin çatışmadan uzak biçimde büyümesi 2. Dünya Savaşı’na gelindiğinde ülkenin dünya siyasetine yön verebilecek potansiyele ulaşmasını da sağlamıştır. Buna rağmen ABD’nin 2. Dünya Savaşı’na girmesi kolay olmamıştır. İngiliz Başbakanı Churchill’in ABD’yi Hitler’e karşı yanına çekerek savaşa sokmaya çalışan yoğun çabalarına rağmen Washington uzun süre tarafsız kalmayı yeğleyerek büyük oranda Hitler’in kontrol ettiği bir Avrupa’yla nasıl ekonomik ve siyasi ilişki kuracağını tartışmıştır. ABD’nin savaşa girmesinde en etkin olan unsur Japonların Pearl Harbor saldırısıyla savaşa daha girmeden Amerikan donanmasını yok etme girişimi olmuştur. 

ABD Başkanı Roosevelt’in o ana kadar İngiltere gibi müttefiklerine silah üretimiyle dolaylı destek verme politikası Amerikan askeri kapasitesini en üst düzeye taşıdığı için ABD’nin o noktada savaşa girmek için son derece hazırlıklı olduğunu söylemek mümkün. O ana kadar müttefiklerine her türlü yardımı sağlayan ancak savaşa girmeyen ABD’nin Başkanı Roosevelt ile Amerika’nın uzun süredir Almanya’ya karşı savaşa girmesini sağlamaya çalışan Churchill arasındaki gizli görüşmelerde Atlantik Anlaşması 2. Dünya Savaşı sonrasında nasıl bir düzen kurulacağının ana hatlarını belirleyen belge olmuştur. ABD’nin savaş sonrasına kadar küresel düzen ve küresel liderlik iddiaları bir yana, Pearl Harbor’a kadar savaş dışında kalmayı tercih ettiğini anlatmamızın nedeni Amerika’nın başından beri yayılmacı bir siyaset güttüğü tezinin çok da doğru olmadığını anlatmak içindir. 

Soğuk Savaş

Bu bağlamda ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında kurduğu düzenin devamı için ülkelerin iç işlerine müdahale etmesi ve özellikle komünizmin yayılmasını engellemek bahanesiyle darbelere destek vermesi nispeten yeni bir olgu olarak karşımıza çıkar. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’yle girdiği ideolojik ve aynı zamanda jeopolitik mücadelede ABD diğer ülkelerin kapitalist safta kalmasını öncelemiştir. Diğer bir deyişle ABD için demokrasilerin gelişmesinden çok demokratik kampın komünist kampa karşı galip gelmesi öncelikli bir hal almıştır. Batı ittifakının askeri, ekonomik ve siyasi kurumlarının güçlü işlerliği ve ülkelerin Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin safında yer alması bu ülkelerdeki demokratik gelişimin önünde olmuştur Washington için. Her ne kadar komünizme karşı liberal demokratik kapitalist kampın varoluşsal mücadelesi söylemi yaygınlaşsa da demokratik kurum ve değerler ikinci planda kalmıştır.

Bu perspektiften bakıldığında Batı ittifakının liderliğini yapan ABD’nin dünyanın farklı yerlerindeki ülkelerin Sovyetler tarafına geçmesindense darbeci veya otoriter liderler tarafından yönetilmesi tercih edilmiştir. Marshall planıyla Avrupa’nın ekonomik altyapısını yeniden inşa ve komünist bloka kaymasını engellemek için önemli miktarda mali kaynak ayıran ABD, Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya’da Sovyetlerin komünizmi yayma çabalarına karşı kendine yakın gördüğü rejimleri desteklemiştir. Mısır’da İngiltere’nin Süveyş’i kontrole devam etmesine karşı oluşan milliyetçi hissiyatı kullanarak monarşinin sonunu getirecek Hür Subaylar Hareketi’ni destekleyen ABD’nin 1952 darbesindeki rolü örnek verilebilir. ABD’nin Mısır’ın Sovyet bloğuna devşirilmesini engelleme isteği bu ülkedeki rejim değişikliği çabalarına destek vermesini sağlamıştır. Mısır’da monarşiye karşı milliyetçi subayları destekleyen ABD’nin İran’da Başbakan Musaddık’a karşı darbeyi İngiltere’yle birlikte organize etmesi İran’ın anayasal monarşiden otoriter monarşiye kaymasına neden olmuştur. 

Bu iki örnekte de ABD’nin komünizmle mücadele adına gerektiğinde milliyetçileri gerektiğinde monarşistleri desteklediği ve dolayısıyla bu ülkelerdeki demokratik süreçlerin akamate uğramasını önemsemediği görülmektedir. Benzer dış müdahaleleri Guatemala, Brezilya, Endonezya, Vietnam, Küba ve Afganistan gibi birçok ülkede tekrarlayan Amerikan yönetimlerinin Sovyetlerle mücadele adına askeri müdahale, darbe girişimleri ve gizli operasyonlar gerçekleştirmesi Soğuk Savaş’ın en standart yöntemlerinden biri haline gelmiştir. Türkiye’de de 1960, 1971 ve 1980 darbelerinde Sovyet tehdidini önceleyen ve ülkenin Batı kampında kalması uğruna askeri yönetimlerle çalışmaktan imtina etmeyen Washington’un Soğuk Savaş dönemindeki darbecilere destek karnesinin epeyce kabarık olduğunu söylemek mümkün. Dünyanın birçok bölgesinde komünizmle varoluşsal bir mücadele veren Amerikan yönetimlerinin stratejik amaçlarla ülkelerin demokratik liderlerine darbe yapılmasına göz yumması, desteklemesi ve zaman zaman da doğrudan organize etmesi olağan hale gelmiştir. 

Amerikan dış politikasının önemli araçlarından biri haline gelen ülkenin askeri liderlerine ve komünizm karşıtı siyasetçilerine yatırım yaparak Sovyetlere karşı mücadele vermesinin bu ülkelerde demokrasinin gelişmesine bilakis ket vurduğu söylenebilir. Bu dönemde Rusya’nın stratejik olarak alanının daraltılması ve komünizmin yayılmasını önlemek amacıyla desteklediği siyasi ve askeri elitlerin ülke içinde otoriter yönetimler geliştirmesi ABD’yi çok da rahatsız etmedi. Birçok ülkede ABD ve Rusya yanlısı siyasi kamplaşmalar oluştu ve birçok ülkede iç çatışmanın tohumları ekilmiş oldu. Bu ülkelerdeki siyasi çatışmalar ülkeleri istikrarsızlaştırarak dış yardıma bağımlı hale getirdiği oranda da ABD ve Rusya bu durumu değerlendirme yoluna gittiler. Ülkelere ekonomik ve askeri destek vererek kendi yanlarına çekmeye çalışan bu iki büyük güçten biri olan ABD’nin kapitalist sitemin devamı adına yatırım yaptığı siyasi ve askeri elitlerin demokratik normları ve insan haklarını hiçe sayan politikaları da sorun olmadı. Zira ABD için bu ülkelerin uluslararası sistemde kapitalist kampta yer almaları birinci öncelikti. 

Türkiye

Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde ülkelerin demokratik gelişimi ve insan hakları sicili sadece Batı’dan uzaklaşmaya başladıklarında sorun olmuştu. Türkiye ve Yunanistan örneklerinde görüldüğü gibi ülke kapitalist kampta yer aldığı sürece askeri elitlerin sisteme vesayet etmesi sorun teşkil etmiyordu. ABD’nin Türkiye’deki askeri vesayet sistemi ve periyodik olarak gerçekleşen darbelere karşı tavır almaması ve aksine zaman zaman siyasi olarak da desteklemesi ülkenin Batı kampında kalmasının öncelenmesinden kaynaklanıyordu. Gerek askeri vesayetin gerek darbelerin yarattığı siyasi istikrarsızlık, demokratik gerileme, insan hakları ihlalleri, ekonomik zayıflık ve insan gücü maliyetleri gibi sonuçlar da uluslararası sistem tarafından göz ardı ediliyordu. 1980 darbesi sonrasında çekilen ve Türkiye’nin uluslararası imajını uzun süre belirleyen Geceyarısı Ekspresi gibi filmler de aslında Türkiye’deki sistemin ciddi bir eleştirisini sunmaktan ziyade Batılı turistlere nasihat etme derdindeydi. Uluslararası sistemin Batı cephesinde kalması elzem addedilen Türkiye’nin demokrasi ve insan haklarındaki sınıfta kalan karnesi Soğuk Savaş dengelerinin de bir sonucuydu aslında. ABD için Türk siyasi ve askeri elitlerinin içerde yaptıklarından çok uluslararası alanda Batı kampında yer alıp almadıkları temel meseleyi teşkil ediyordu. 

1990’larda da büyük oranda Soğuk Savaş’ın mirasının devam ettiğini söylemek mümkün. Türkiye’nin hem terörle boğuştuğu hem de uluslararası sistemde yerini bulmaya çalıştığı bu dönemde ABD’nin tek süper güç olarak öne çıkmasıyla birlikte demokratik dalganın hâkim olduğu yeni bir uluslararası konjonktür yaratmıştı. Türkiye’de askeri vesayetin devamına ve 28 Şubat gibi ‘yumuşak darbe’ addedilen gelişmelere ses çıkarmayan ABD’nin Türkiye’de demokrasinin gelişmesine (Avrupa Birliği üyeliğine destek dışında) kayda değer bir çaba harcadığını söylemek zor. 2000’lerde AK Parti iktidarıyla Türkiye’nin bambaşka bir ivme kazandığı dönemde de gene ABD’nin global terörle mücadele ve Irak’ın işgali gibi konuları öncelediğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin dış politikada artık tek bir kampın üyesi olmanın sürdürülebilir olmadığını fark etmesi ve değişen uluslararası düzene ayak uyduracak adımları atması içerde askeri vesayetin zayıflaması sonucunu da doğurdu. 

Askeri vesayetin zayıflatılmasını fırsat bilerek devlet içindeki yapılanmasını artıran FETÖ yeni bir meydan okuma olarak öne çıkacaktı. Dünyanın farklı yerlerindeki faaliyetleri Amerikan dış politikasının da işine gelen bu örgütün kapalı yapısını göz ardı etmeyi yeğleyen Washington yönetiminin gene stratejik önceliklerine odaklandığını söyleyebiliriz. Soğuk Savaş sırasında oluşan ve sonrasında da devam eden ABD’nin askeri vesayet aktörleriyle devam eden ilişkilerinin büyük oranda sona ermesinin hem Türkiye’nin demokratik gelişimi hem de ülkenin uluslararası sistemdeki yeri açısından önemli sonuçları oldu. ABD artık Batı kampında yer alan ve dar bir siyasi-askeri elitle ilişki üzerinden etkileyebildiği bir Türkiye değil kendi ulusal stratejisini belirleyen ve halkın dış politikadaki etkisi bakımından da daha demokratik bir Türkiye’yle muhatap olmak durumunda kaldı. Çok kutuplu dünyada ittifak oluşturmakta zorlanan ABD’nin Türkiye gibi ülkelerden her konuda kendi yanında olmasını talep etmesinin de artık mümkün olmadığı tespitini yapabiliriz. 

Mısır Darbesi

ABD’nin Arap Baharı döneminde Ortadoğu ülkelerinde yaşanan halk hareketleri karşısında takındığı tutum bir kez daha darbeler ve askeri yönetimler karşısında stratejik çıkarlarını öncelediğini göstermektedir. ABD’nin Soğuk Savaş ve sonrasında demokrasi ve insan hakları söz konusu olduğunda stratejik çıkarlarını önceleyen politikaları Arap Baharı sürecinde de devam etmiştir. Tunus’ta başlayarak kısa sürede Mısır’a sıçrayan otoriter rejimlere karşı halk ayaklanmalarının bölgesel düzeni tehdit edebileceği kısa sürede belli olmuştu. Bu düzenin ana unsurları arasında İsrail’in güvenliği yer aldığı için ABD’nin de bunu önceleyen Ortadoğu politikası icabı halk hareketlerine destek vermekte çekingen davrandığını gördük. İsrail’le Enver Sedat döneminde barış imzalamış olan Mısır’ın Mübarek yönetiminde İsrail’e tehdit teşkil etmemesi bilakis İsrail’in bölgesel güvenliğinin teminatı haline gelmesi ABD’nin tavrı açısından belirleyici öneme sahipti. Bu nedenle Mübarek’e görevi bırakma çağrısı yapmakta Türkiye’nin gerisinde kalan Obama yönetiminin sonunda halk hareketine destek veren bir söylem kullanması test edilmeye muhtaçtı. Zira İhvan’ın iktidara geldikten bir sene kadar sonra Sisi darbesine muhatap kaldığı zaman ABD’nin “darbeye darbe diyemeyerek” bu testi geçemediğini söyleyebiliriz. 

ABD Soğuk Savaş döneminde nasıl Sovyetlerle mücadele adına otoriter ve askeri rejimlere destek verdiyse, Arap Baharı döneminde de (Başkan Obama’nın halk hareketlerine destek verme eğilimine ve söylemine rağmen) halk hareketlerinin yanında güçlü bir biçimde yer almaktan imtina etmiştir. İsrail’in güvenliği dışında bölgede devrim karşıtı siyaseti temsil eden Suudi Arabistan gibi müttefiklerini de endişeye sevk etmek istemeyen ABD’nin Mısır ordusuna verdiği yıllık 1,5 milyar dolara yaklaşan askeri yardım da etkili olmuştur. Mısır ordusunun bölgesel politikasında oynadığı kilit rol ABD’nin Arap Baharı dönemindeki Mısır politikasında belirleyici bir unsur olmuştur. Başkan Obama’nın Mübarek’e yaptığı “geçiş süreci şimdi başlamalıdır” yönündeki çağrısı hem İsrail hem de Körfez müttefikleri tarafından “ihanet” olarak adlandırılmıştı. Bunca senedir Amerika’nın yatırım yaptığı ve desteklediği Mübarek’in halk hareketleri karşısında istifaya çağırılması mevcut düzenin savunucusu ülkeler tarafından ABD’nin güvenilemez bir aktör olduğuna ilişkin yargıyı kuvvetlendirdi. Obama bu tepkiler karşısında hızlı bir dönüş yapmaktansa bekle gör siyaseti gütmüş ve İhvan gibi aktörlerden İsrail’le barışın devamı yönünde taahhütler almaya çalışmıştı. Obama Sisi darbesini darbe olarak adlandıramayınca Mübarek’e yaptığı çağrının da liberal kamuoyunu tatmin etmeye dönük bir hamle olduğu ve ABD’nin stratejik önceliklerine rağmen demokrasiyi savunma siyasetine geçmediği görüldü. Bu bağlamda Amerika’nın eski reflekslerinin devam ettiği ve stratejik çıkarların gereği olarak mevcut düzenin devamı uğruna demokrasi ve insan haklarının feda edildiği bir kez daha görüldü.

15 Temmuz 

15 Temmuz 2016’da gerçekleşen FETÖ’nün başarısız darbe girişiminde de ABD’nin stratejik çıkarları, mevcut düzeni ve istikrarı demokratik değerlerin üstünde gören anlayışının tekerrür ettiğini gördük. Darbe girişiminin ilk saatlerinde hızlıca bir açıklama yaparak demokratik düzene vurgu yapması beklenen Washington’dan gelen karmaşık sinyaller Türk kamuoyunda derin bir kuşku uyandırdı. 2013’ten beri Türk-Amerikan ilişkilerinde git gide artan bir soğuma olduğu biliniyordu. Arap Baharı’nın başında Türkiye’yi model ülke olarak gösteren Obama’nın özellikle Suriye politikası yüzünden ayrışmaya başladığı NATO müttefikinin lideri Erdoğan’la ilişkisi de eskisi gibi değildi. Obama’nın geciken açıklamasında epeydir soğuyan ilişkilerin ve Erdoğan’a siyasi destek veriyor gözükmek istemeyişinin rolü olmuş olabilir. Bunu kesin bilmek mümkün değil ancak müttefik bir NATO üyesi ülkede gerçekleşen darbe girişimine karşı net bir tavır alınamaması demokratik değerler üzerine kurulu olduğunu iddia eden NATO’nun birliği açısından da sorunlu bir yaklaşım olmuştur. 

O dönemde Başkan Yardımcısı olan Joe Biden’ın bir toplantı çıkışında ve tam da bilgi sahibi olmadan yaptığı talihsiz açıklama da Türk-Amerikan ilişkilerine zarar vermiştir. Biden’ın istikrara yaptığı vurgu demokratik düzene karşı ayaklananların başarılı olması durumunda ABD’nin bundan rahatsız olmayacağı gibi bir anlam çıkmasına neden olmuştur. Beyaz Saray’ın daha sonra yaptığı net açıklamaların darbenin başarısız olacağının anlaşıldığı noktada gelmesi de Türkiye kamuoyu tarafından ikircikli bir tavır olarak algılanmıştır. Türkiye’de ve başka birçok ülkede stratejik çıkarları için askeri yönetimlerle çalışmaya devam eden ABD’nin 15 Temmuz’da da benzer bir tavır sergilediği yönündeki görüşler ağırlık kazanarak Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da kötüye gitmesine katkıda bulunmuştur. Obama yönetiminin darbe sonrasında Ankara’ya gönderdiği Biden’ın geç geldiği için özür dilemesi de Washington’un demokratik düzenin yanında yer almak için çok da acele etmediğine işaret etmiştir. ABD’nin darbe girişiminde dahli olduğu kanısı Türkiye’de yaygın olduğu için Obama yönetiminin bu algıyı gidermeye dönük gösterdiği çabaların son derece cılız kalması da Türk-Amerikan ilişkilerindeki güven bunalımını derinleştirmiştir. 

Amerika’nın küresel bir oyuncu olmaya başladığı 2. Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da stratejik hedefleri ve kurduğu düzenin devamı için dış müdahale, askeri yönetimlerle çalışma ve darbeye destek gibi yöntemlere başvurduğu bilinmektedir. Dünyada demokrasi ve insan haklarının gelişmesi için çalıştığını iddia eden Amerikan dış politika yapıcılarının bu değerleri en iyi ihtimalle ikinci plana attıkları görülmektedir. Bu değerlendirmemiz Amerikan dış politikası yapımında demokrasinin önemsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır zira Washington dünya çapında kurumsal demokrasi inşasına ciddi kaynaklar ayırmaktadır. Ancak ulusal güvenlik ve dış politika çıkarlarıyla çelişki teşkil ettiği noktada bu değerlerin ikinci plana atıldığı görülmektedir. Bu sebeple ABD’nin darbelerle imtihanında geçer not almadığını ve aksine darbe ve askeri yönetimlere destek gibi araçları ulusal çıkarlarını korumak için kullandığını belirtmemiz gerekir. 

Günümüzde Çin ve Rusya gibi güçlerin Batı demokratik değerlerine siyasi, ekonomik ve askeri meydan okumalar ortaya koymaları ABD’nin savunduğu liberal demokratik kapitalist sistemin cazibesine de darbe vurmaya başlamıştır. ABD’nin stratejik çıkarları uğruna otoriter sistemlerle çalışmaktan imtina etmeyerek gereğinde darbeci yönetimlerle de çalışabilmesi demokrasi ve insan hakları değerlerinin savunucusu iddiasını taşıyabilmesi açısından en büyük zaafı teşkil etmektedir. ABD’nin darbelerle imtihanında sınıfta kalması şimdilerde Biden yönetiminin dünyada demokrasiyi yeniden canlandırma iddiasının başarı ihtimalini azaltarak Çin ve Rusya’yla mücadelesinde sadece retorik üzerinden kendine müttefik bulmasını zora sokmaktadır. ABD önümüzdeki dönemde ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyada liberal demokrasi ve insan haklarının derinleşmesini istiyorsa bunu öncelikle darbeler ve darbe yönetimleriyle imtihanını geçmeye çalışarak yapması gerecek. Aksi takdirde ABD’nin kendi inandırıcılığı zayıflayacağı gibi ekonomik kalkınmaya dayalı otoriter sistemlerin de diğer ülkelerin önüne ciddi bir alternatif olarak konulması mümkün olacaktır.

Taking Stock of the Syria Withdrawal Decision

This article was first published by New Turkey on January 23, 2019.

The Syria withdrawal decision is criticized on many fronts but most critics complain more about the style and timing than the substance of it. More importantly, they have failed to propose a realistic policy goal that justifies an indefinite U.S. presence.

The Syria withdrawal decision continues to stir a highly politicized debate among foreign policy professionals, including former and current government officials. Several arguments are made against the President’s decision but none of them provide a strong rationale for an open-ended American military presence in northern Syria. These critics also forget that the continued U.S. military presence in northern Syria and the support for the YPG were becoming increasingly unsustainable in the face of Turkish opposition. The decision actually opened up possibilities for a robust U.S.-Turkey cooperation on the ground to achieve sustainable stability and a truly enduring defeat of Daesh.

One of the most repeated anti-withdrawal arguments, articulated by the former U.S. envoy for the anti-Daesh coalition, is directed against the President’s declaration that Daesh is defeated. Ignoring the fact that Daesh no longer controls territory in northern Syria, proponents of this view argue that Daesh is far from defeated. They cite the most recent terrorist attack in the town of Manbij as a perfect example of what happens if the U.S. leaves. Yet, critics fail to provide a definition of what would constitute a defeat of Daesh and in what time frame they expect to reach that goal. Daesh or its remnants in one form or another may survive and pose a threat but it is in no way comparable to holding territory and declaring a caliphate. Moreover, Turkey has been committed to the lasting defeat of Daesh, exemplified by the thousands of Turkish soldiers on the frontlines.

It should also be remembered that the U.S. “partners” on the ground, the PKK-linked YPG forces, have not shied away from subtle threats in an effort to delay and complicate an American departure for their political purposes. The U.S. policymakers, since the fall of 2014, have ignored the regional political game the YPG/PKK has been trying to play. Their bid to present themselves as the “most effective fighting force” against Daesh was meant to legitimize themselves in the eyes of the U.S. despite Turkish opposition. Turkey has been adamantly against the U.S. investment in the YPG and the opponents of the Syria withdrawal continue to underestimate Turkish determination to curb the political aspirations of the Syrian branch of the PKK. This dynamic presented the U.S. with a clear choice between partnering with a recycled terror group and working with a NATO ally.

Another argument leveled against the withdrawal decision has been that the U.S. would lose credibility vis-a-vis potential future partners. “Abandoning Kurds” has become a phrase thrown around rather easily, without making a distinction between different Kurdish groups. The phrase has curtailed the fact the YPG has been opposed to rights of Kurdish groups not aligned with the PKK. The question of the U.S. one day leaving the region is not a new one and the YPG has sought to hedge against that possibility from day one, as they sought an understanding with the Assad regime as well as with Russia. It is no surprise for them nor for any serious student of local and regional dynamics.

The Syria withdrawal decision is criticized on many fronts but most critics complain more about the style and timing than the substance of it. More importantly, they have failed to propose a realistic policy goal that justifies an indefinite U.S. presence. It is also unconvincing that the U.S. could achieve some of the geopolitical goals, such as countering Iran, with such a small force in northern Syria. The argument for not leaving a vacuum that might be filled by Russia also lacks weight since the U.S. has already allowed Russia to play a much larger role since the Obama administration. The direct consequence of the decision will actually be working with Turkey. In this sense, the most critical aspect of the withdrawal decision might just be that the U.S. is deciding to work with its NATO ally in a serious way to achieve lasting stability in northern Syria.

Another Bumpy Week in US-Turkey Relations

This article was first published by New Turkey on January 15, 2019.

The continued U.S. insistence on the use of the general category “Kurds” to describe the YPG forces in northern Syria is a major irritant for Turkey and a seemingly deliberate effort to legitimize the PKK.

President Trump’s National Security Advisor John Bolton’s visit to Ankara ended up causing more controversy than creating a common ground to work toward a serious strategy. In a previous column, I had warned that “if the U.S. tries to impose conditions on Turkey that may be understood to impinge on Turkish national security requirements, it will mean we are up against the hill once again.” Bolton’s comments prior to his arrival in Turkey were received in Ankara precisely in this vein, drawing the ire of President Erdogan who ended up refusing to meet him in person. Bolton had remarked that Turkey must “meet the president’s requirement that the Syrian opposition forces that have fought with us are not endangered.” These did not seem isolated remarks as some senators suggested that the U.S. withdrawal would result in Turkey “slaughtering Kurds” while Secretary Pompeo tried to reassure them using a similar language. Beyond demonstrating once again that the U.S. lacks a clear strategy, it is struggling to set the right tone in its cooperation with Turkey during the Syria withdrawal process.

Turkey took Bolton’s comments not only as impinging upon its right to protect its national security but also as an insult since Turkish policymakers consistently make a clear distinction between “Kurds” and the U.S./EU designated PKK terror organization as well as its affiliates like the YPG. Nevertheless, President Erdogan emphasized that President Trump’s withdrawal decision would remain the main point of reference for Turkey. Ankara has been ready to coordinate the withdrawal process so as to ensure there is no political vacuum on the ground and there is no Daesh comeback. Turkey is also looking for ways to protect its border by denying the PKK-linked groups safe havens or autonomous regions in northern Syria. It has been the main source of dispute with the U.S. for more than four years and it is not logical to expect Turkey to give up on this national security requirement now as the U.S. withdraws.

Furthermore, the perception in the U.S. that Turkey is somehow against “Kurds” in general is a deep source of frustration for Turks. The U.S. debate around what happens to the “Kurds” after the U.S. leaves Syria has been particularly disturbing, especially since the high-level U.S. officials are fully aware that the U.S. “partners” with the Syrian branch of the PKK in northern Syria. The continued U.S. insistence on the use of the general category “Kurds” to describe the YPG forces in northern Syria is a major irritant for Turkey and a seemingly deliberate effort to legitimize the PKK. This conflation of terms will surely complicate matters in the days ahead and risks derailing Turkish-American cooperation.

The public messaging problems are not in short stock in an age of President Trump’s Twitter diplomacy. In one of his latest tweets, he seemed to warn against Turkey “hitting” Kurds resulting in dire economic consequences for Turkey while warning “Kurds” against provoking Turkey in a second tweet. Turkey was quick to reiterate the distinction between the “Kurds” and the PKK related groups as a response. Soon afterwards, President Erdogan spoke with Trump on the phone on Monday and Trump’s Twitter feed suggests a 20-mile buffer zone was part of the talks. Such a zone could reassure Turkey and potentially ensure a PKK/YPG-free area along the Syrian border. Despite such acknowledgement of Turkey’s security concerns, however, Press Secretary Sarah Sanders’ readout referred to the need that Turkey does not “mistreat the Kurds and other Syrian Democratic Forces with whom we have fought to defeat ISIS.”

This past week has shown once again that the coordination of the U.S. withdrawal from Syria and reassuring Turkish national security concerns will not be an easy task. The process will be subject to public messaging troubles as well as the U.S. domestic political pressures on President Trump, who seems to feel that he needs to address congressional pushback about the need to protect “Kurdish allies.” The road ahead promises to be bumpy but there is still ample room for significant coordination during the U.S. withdrawal process. A serious comprehensive strategy will be unlikely to come about any time soon but the frequent dialogue between Turkey and the U.S. will be of critical value despite the public messaging difficulties.

US-Turkey Cooperation in Syria Requires Serious Strategy

This article was first published by New Turkey on January 7, 2019.

Going forward, the central question will remain the same: what is the U.S. strategy in Syria? With or without U.S. troop presence on the ground, what is the main goal?

MANBIJ, SYRIA – NOVEMBER 8: (—-EDITORIAL USE ONLY – MANDATORY CREDIT – ” TURKISH MINISTRY OF NATIONAL DEFENSE / HANDOUT” – NO MARKETING NO ADVERTISING CAMPAIGNS – DISTRIBUTED AS A SERVICE TO CLIENTS—-) Armoured vehicles of Turkish and U.S. troops conduct their second round of joint patrols in the northern Syrian city of Manbij, as part of a deal to rid the area of the YPG/PKK terrorist groups, on November 8, 2018 in Manbij, Syria. ( Turkish Ministry Of National Defense / Handout – Anadolu Agency )

President Trump’s seemingly abrupt decision to pull out of Syria has drawn a lot of criticism from the U.S. media as well as unnamed sources from within the U.S. military. Critics of a quick withdrawal argued that the U.S. should not abandon “Kurdish allies” and that the ground would be left wide open to Iranian and Russian influence. They also argued that Daesh was far from finished. Washington foreign policy experts have been debating the wisdom of an immediate pullout in quite a politicized fashion but they have not been able to make a strong case for staying either. The U.S.-Turkey cooperation is the strongest option for creating lasting stability in northern Syria but it will require a serious strategy.

The main argument of the Obama administration to conduct military operations against Daesh in Syria was that the terror organization was violating international norms, i.e. rendering the Iraq-Syria border meaningless. The sudden takeover of Mosul in the summer of 2014 and the murder of American journalists had created a public outcry and President Obama responded by helping the Iraqi government. Then, the U.S. was clear that the violation of international borders by Daesh would not be accepted. During the Kobani fight, the Obama administration decided to help the YPG fighters on the ground despite Turkey’s warnings. Turkey tried to help the fight by facilitating the passage of Iraqi Peshmergas to Kobani via Turkish territory but the YPG wanted to claim the “victory” against Daesh all on its own. President Obama reassured Turkey that the help was only temporary and strictly against Daesh.

Ever since the fall of 2014, the YPG issue has been a major thorn in U.S.-Turkey relations. The U.S. has justified its continued and expanded support to the group despite knowing full well it was simply the Syrian branch of the PKK, a fact admitted by U.S. government officials in different occasions. More crucially, the U.S. declined various Turkish proposals to work together against Daesh, for example prior to the Raqqa fight. Instead of working with a NATO ally, Pentagon chose to work with a sub-state actor that it found more “effective” against Daesh. The basic dilemma of working with a group considered a terror group by a NATO ally never really escaped the attention of any serious analyst. The U.S. support for the YPG has been justified by the need for working with “local allies” in the anti-Daesh campaign but it has been impossible for U.S. policymakers to put forward a truly strategic justification.

The continued disconnect between the lack of a strategic purpose and tactics used against Daesh ensured the current confusion. Defeating the terrorist organization was never properly defined and the connection between the anti-Daesh fight and U.S. troop presence in northern Syria in support of the YPG was never fully made. The failure to create a clear strategy risked alienating allies like Turkey and confusion among European allies as well. Both the Obama and Trump administrations found themselves caught between the need to respond to Daesh and the American unwillingness to get involved in the region. Neither has been able to offer a strategy that addressed both requirements. Obama’s support for the YPG decision was based more on the former while Trump’s withdrawal decision is based more on the latter. When neither president has put forward a clear strategy and pushed the interagency toward a common goal, we now find ourselves in a situation where different government officials and the agencies appear to work at cross purposes. The disagreement within the US government is visible in the unwillingness to implement President Trump’s Syria decision.

Going forward, the central question will remain the same: what is the U.S. strategy in Syria? With or without U.S. troop presence on the ground, what is the main goal? Some of the goals that have been put forward lack a unifying theme and sometimes they seem at odds with each other. There have been a lot of push back from Washington and now the administration seems to be tilting toward “protecting the Kurds.” However, for Turkey, it is not the Kurds but the PKK’s Syrian branch YPG that the US allied with is the problem. If anything, the YPG dominance in the area is an affront to the Kurds in general and a destabilizing factor in terms of ethnic relations in northern Syria. The next challenge for the U.S.-Turkey relationship is to craft a serious strategy allowing for the U.S. withdrawal, as Turkey assumes a larger role to prevent a power vacuum. However, if the U.S. tries to impose conditions on Turkey that may be understood to impinge on Turkish national security requirements, it will mean we are up against the hill once again.

ABD’nin Suriye’den Çekilme Kararından Dolayı Amerikan Kamuoyu Şaşırmış Durumda

TRT World Interview: Turkey’s YPG concerns contributed to Trump’s Syria decision